Kafamızdaki soru işaretlerinde, düştüğümüz çıkmazlarda, cevapsız sorularla baş başa kaldığınızda, yalnız olmadığımızın bir göstergesi olarak algılanmalı bu yazı. Çoğu insan benzer sorunlardan ötürü kafa patlatıyor. Kafamızda elbette soru işaretleri olmalı. Her şeyi tamamen anladığın bir hayatın anlamı ne olabilir ki? Anlamsızlıklardır hayatı anlamlandıran. Her şeyin zıttıyla mana bulduğu hayatımızda, çıkmazlardan daha olağan ne olabilir ki? Bir anlamsızlık hemen ardından yeni bir anlam, yeni bir amaç, yeni bir bilgi getirecektir bizlere.
Sorgulamaktan ve düşünmekten çekinmeyen, ancak bunu bilgilerin kuvvetlendirilmesi amacıyla yapan kişilerden olabilmek temennisiyle…
Aşağıdaki alıntı Aliya İzzetbegoviç’in Hayatımın Bir Kısmı / Gençlik ve ilk mahkumiyet adlı eserine aittir:
Kendimi ebeveynlerimin etkisinden kurtarıp hayatımı kendi seçtiğim gibi yaşamaya başladığımda hâlâ oldukça gençtim. 15 yaşındayken, inancımda bazı tereddütler oluşmaya başladı. O zamanki yoldaşlarım ve arkadaşlarımla her şeyi konuşmaktaydım. Komünist ve ateist yazıları okuduk.
…
Komünistler, komünist harekete örgütlü bir biçimde mensup olan hocalara sahip olmasıyla tanınan benim lisemde özellikle güçlüydüler. Sınıfların etrafında illegal olarak dağıtılan broşürlerin bazılarını ele geçirmeyi başardım ve sosyal adalet –ya da daha sonra göreceğimiz üzere sosyal adaletsizlik!- sorunu ve Tanrı üzerine kafa yormaya başladım. Komünist propagandada Tanrı adaletsizliğin tarafındaydı; çünkü komünistler dini “halkın afyonu” olarak, halkın huzursuzluğunu yatıştırarak onları gerçekliğin dünyasında daha iyi bir hayat için mücadele etmekten alıkoyan bir araç olarak görüyorlardı. Bu çizgiye kaymak çok kolaydı. Ancak ben bunu kabul etmedim. Her zaman çok net olmasa bile, dinin temel mesajı bana hep sorumluluk gibi görünmüştür. Onun mesajı krallar ve imparatorlar için bile aynıdır; sorumlu olmaları gerektiği yönündedir. Onların bu dünyadaki polisten bir korkuları olmasa da –çünkü polis zaten onların ellerindedir- din onlara uyguladıkları şiddetten dolayı hesaba çekileceklerini ve bu sorumluluktan kaçış olmadığını söyler.
…
Komünistler, komünist harekete örgütlü bir biçimde mensup olan hocalara sahip olmasıyla tanınan benim lisemde özellikle güçlüydüler. Sınıfların etrafında illegal olarak dağıtılan broşürlerin bazılarını ele geçirmeyi başardım ve sosyal adalet –ya da daha sonra göreceğimiz üzere sosyal adaletsizlik!- sorunu ve Tanrı üzerine kafa yormaya başladım. Komünist propagandada Tanrı adaletsizliğin tarafındaydı; çünkü komünistler dini “halkın afyonu” olarak, halkın huzursuzluğunu yatıştırarak onları gerçekliğin dünyasında daha iyi bir hayat için mücadele etmekten alıkoyan bir araç olarak görüyorlardı. Bu çizgiye kaymak çok kolaydı. Ancak ben bunu kabul etmedim. Her zaman çok net olmasa bile, dinin temel mesajı bana hep sorumluluk gibi görünmüştür. Onun mesajı krallar ve imparatorlar için bile aynıdır; sorumlu olmaları gerektiği yönündedir. Onların bu dünyadaki polisten bir korkuları olmasa da –çünkü polis zaten onların ellerindedir- din onlara uyguladıkları şiddetten dolayı hesaba çekileceklerini ve bu sorumluluktan kaçış olmadığını söyler.
“Tanrısız bir kainat, bana anlamdan yoksun görünmüştür her zaman.”
Bu nedenle de inancım bir iki yıllık salınımdan sonra geri döndü, ama farklı bir biçimde. İnancımdaki –elbette varolduğu ölçüde- bu muayyen sarsılmazlık, gençliğimde zuhur etmiş olan şüphelerden geliyor. O artık yalnızca atalarımdan devraldığım bir din değildi; yeni baştan edinilmiş bir inançtı.
Ve onu bir daha hiç yitirmedim.
…
Hayatta bulduğumuz her anlamsızlık, içinde bulunduğumuz her boşluk; aslında bizi doğrudan yeni bir anlama doğru götürmektedir.
Hakikate bir nebze daha yaklaştırmaktadır. Eğer ki bir anlam arıyorsak, anlamsızlıklardan korkmamalı; onların üzerine doğru koşmalıyız. Hemen ardından bir aydınlanma yaşayacağımız muhakkak.